Çocukluğumdan beri ailemden duyduğum bir cümledir bu, belki birçoğunuzun da öyledir: “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma!” Peki bu cümleyi yıllarca duydum ve yapmadım mı büyürken, elbette yaptım…
İnsan evladı kendi başına gelmediği zaman empati kurmakta zorlanıyor zaman zaman. Hangi yaşamının kim bilir hangi döngüsünde yaşamış olsa da, unutuyor. Bir başkasına davranışlarımız hep ezberlediklerimizle, bize hissettirdiği ve asla oradan gitmeyeceklerine kalıbımızı bastığımız duygularımızla oluyor. Aynı kaynağın benzer bir parçası olduğumuzu unutuyoruz. O rahatsız olduğumuz davranışları, vakti zamanında bizim de birilerine yaptığımızı unutuyoruz. Yani bir bütünün sadece gölgesiyle yetiniyoruz bazen. Aydınlığında uyumu görmekten vazgeçiyoruz.
Hayatımızın her anında, her davranış kalıbımızda görüyoruz aslında bunun etkilerini. İnsan ona kötü davranılmasın istiyor örneğin. Herkes onu sevsin, kabul görsün, onun bakış açısıyla hak yerini bulsun, herkes tarafından onaylansın, “en çok” o olsun… En başarılı, en sevilen, en adil, en uyumlu, en bir şey… Senin içindeki cümle nasıl tamamlanıyorsa artık, öyle… Bir başarı telaşı ikiliği bir görsel şölen değil, bir yarış pistine çeviriyor. Koşuyoruz, ama nereye? Birini geçtik, en arzuladığımız şeye kavuştuk, ya sonra? Hesaplarını sordun, ders verecektin verdin, ya sonra? Sonrası yok. Arzular ulaşıldığında anlamını yitiriyor. Ve karşınızda, Jack London’un kitabından da hatırladığınız, sevgili Martin Eden sendromu… Yani başarıya ulaştıktan sonra yaşanan derin hayal kırıklığı, amaçsızlık ve boşluk hissi…
Belki de bu boşluk hissiyle zihnimiz sürekli bir olay örgüsü yaratıyor kendine. Çünkü uyumu bozan insanın zihni, sonuçta kendine yine bir oyuncak bulmuş oluyor. Artık bir meselesi var çözecek, artık hayati önem taşıyan travmaları, önceliğin ona verilmesini gerektiren konuları var. Artık kendini önemli bulmak için her şeyi yapabilir ve gerisini bırakabilir. Uyumu düşünmesine, “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” disiplinine ihtiyacı yok. Uyumu kendi ellerimizle bozmayı seçtiğimizde, gizlice zorbaya dönüştüğümüzü de ne yazık ki fark etmiyoruz.
Önemli bir cümle “Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” cümlesi. Sevilmek istiyorsan sen sev, görülmek istiyorsan sen gör önce. Sana kötü davranılmasını istemiyorsan sen kötü davranma mesela, hakkını arıyorsan kimsenin hakkına, sırasına göz koyma. Kabul görmek istiyorsan önce sen kabul edemediklerini gör… Yapamıyor musun? O zaman içindeki zorbayla yüzleş, önce onun elinden tut. Derdi, sıkıntısı neymiş bir anla. Yüzleş ki zihnin artık kendine oyuncak aramasın. Yüzleş ki kalıp gitmenin, sevip sevilmenin, başarmanın ya da düşmenin hatta hiçbir ilişki biçiminin bir yarış olmadığını için anlasın. Konu hiçbir zaman bizim bakış açımızın dışında değildi. Konu aslında kimse de değildi. Konu hep bizdik. Sonuçta unuttuğumuz şey de şu, burası hepimizin deneyim alanı. Ne olacağımız, nereye varacağımız hayatın takdiri, zihnimizi kontrol etmekse bizim irademiz. Zorba olmayı da seçebiliriz el uzatmayı da. Seçim hep bizim…