Değer kavramı içimizde çok farklı çalışıyor. Asla ikna olmayan insan doğasında bu kavramın kabul edilmesi ise bazen oldukça uzun zaman alıyor. Kendi değerimizi arıyoruz hep bir yerlerde. Bir şey bize referans olsun istiyoruz. Biri bize çok değerli olduğumuzu söylesin örneğin ya da göstersin. Biz nasıl olmasını hayal ediyorsak öyle davransınlar bize. Bizim istediğimiz gibi olsun herkes ve her şey, böylece ikna olabiliriz değerli olduğumuza… Aksi olursa, ya “biz” değersiziz ya da “onlar” değersiz. Ama kesin bir taraf bu savaşta mağlup…
Bazen kendini ortaya koymayı kendi değeriyle bağdaştırıyor insan, bazen kendini ifade etmeyi, bazen kendine zaman ve alan tanımayı, bakmayı, sevmeyi, sınırlarını belirlemeyi, bir şeyi bitirmeyi, bir şeyi başlatmayı ya da belki söylenmesi gereken bir sözü söylemeyi… Örnekler çoğalarak gitmekle beraber değer kavramının insanın önce kendisiyle olan mesaisindeki, sonra da dışarıda gördükleriyle bağlantılarındaki birçok senaryoda ana başlık olarak kendini gösterdiğini hep görüyoruz. Sadece görmüyoruz, yaşıyoruz da.
Biri kalkıp bize kendimizi değersiz hissettirebiliyor örneğin. Duyduğumuz tek bir sözle mükemmel bir günü rezil de edebiliyoruz vezir de. Bitmek bilmeyen bir değer skalasında sürekli boyumuzu ölçmeye çalışıyoruz. Bir diğerine biçtiğimiz değerle kendimizi kıyaslıyoruz ve çoğunlukla da boyumuzun ölçüsünü alıyoruz.
Bize verilen değerin sadece dışarıya bağlı, karşıdan alınan bir veri olduğunu zannediyoruz hatta zaman zaman. Dışarıya muhtaç daha doğrusu o veriye aç hissediyoruz kendimizi. Ama elbette hiçbir fani o açlığı karşılayamıyor, nasıl karşılasın? Ruhumuzdan ve sadece varoluşumuzdan gelen kıymetli bir parçayla temas edemiyorsak bu açlık asla geçmiyor, insan doymuyor, olan hiçbir şey yeterli gelmiyor. Değer görüyor anlamıyor, alan buluyor bulduğu alana sığamıyor. Kendisiyle temas edemeyen, dışarıyla bağlantısında hep bir maraz arıyor. Değersizlik mutluluğumuzu, yaşama sevincimizi, hayata geniş bir perspektiften bakışımızı, her şeyimizi etkiliyor… Daha öfkeli, daha küskün, daha bağlantısız yaşatmaya başlıyor insanı.
Değersizlik hissi zorba yapıyor insanı. Zorbalık yaparak karşısındakinden saygı, sevgi, merhamet, hoşgörü bekliyor insan. Kendinde bulamadığı, ortaya koyamadığı ne varsa karşısındakinden beklemek, tam bir cehalet örneği olarak beliriyor o zaman karşımızda. İnsanın kendine olan cahilliği… Kendini göremeyen, kendini görememenin acısını karşısındakinden çıkarmaya başlıyor. Ama unutuyor, sevgi zorbalıkla kazanılmıyor, değer dilenerek kazanılmıyor. Söke söke alamıyorsunuz insanlardan merhameti. Sıfatlarınız, sahte kimlikleriniz, öğretmen, mühendis, müdür her ne olursanız olun, insanın ruhuna temas ederken bir işe yaramıyor. Saygı, zorla kazanılmıyor. Bir gün hepsi elimizden alınacak ve bomboş geldiğimiz gibi bomboş da gideceğiz buralardan.
İnsanın kendisiyle cebelleştiği ve ortalığı resmen savaş alanına çevirdiği bu ikilikler meydanında durup soruyor insan bazen; değer mi gerçekten? Varoluşum yeterli değil mi? Karşımdaki olmasa ben değersiz miyim? Bu soruların yanıtının asla dışarıda olduğuna inanmıyorum. Kendinde bulamıyorsa, dışarıda da bulamıyor çünkü insan… İçeride cevap yoksa, dışarıda da yok… Sen kendine değer vermedikten sonra sana dünyaları verseler ikna olacak bir zihin yok. Kalp zihni biliyor, ruh da kendi yolculuğunu. Ruhun değerine değer biçmekse, sadece insanın hadsizliği oluyor…