Bilinçaltının Külleri

Bilinçaltının Külleri

Bilinçaltının Külleri

İnsanın en bilinçli haliyle yaptığını zannettiği davranışlarının altında bilinçaltından gelen birçok izi görebiliyoruz aslında. Hepimiz o kayıtlardan özgürleşene kadar bir kayıt cihazı gibiyiz sonuçta. Kayıt altına aldığımız bilgiler, ailemizden öğrendiklerimiz, rahat geldiğinden ya da tanıdık geldiğinden bırakmamak için çılgınca direndiklerimiz, içine doğduğumuz toplumun, kültürün çoğunlukla ittire ittire bize öğrettikleri… Biz kendimizi ortaya koyduğumuzu düşünürken aslında ortaya çıkanlar ezberlediklerimizden ve eski kayıtlarımızdan yayılan bir ses kaydından farksız. Takılan bir plak gibi tekrar tekrar aynı sesleri çıkarmanın, aynı şeyleri söylemenin dışında eylemlerimiz de aslında çoğunlukla ezberlerimizden ibaret.

Her jenerasyon kendi zaman dilimine ait modifikasyonlarla muhatap oluyor elbette. Bizim çocukluğumuzda ise birçoğumuza bazı şeyleri sorgulamadan yapmak öğretildi. Üniversiteyi hangi bölüm olursa olsun bitirmemiz gerektiği gibi mesela… “Yeter ki bir diploman olsun.” derlerdi çünkü diplomamız olmazsa aç kalırdık. Ne olmak istediğimiz önemli değildi, toplumun kabul edeceği bir şey olmalıydı ki seni bağrına bassın, doyursun, yaşatsın. Kadınlar açısından bakarsan belirli bir yaşa geldiğinde evlenmen gerekirdi, ki bu sanırım birkaç kuşağın maruz kaldığı bir tavır oldu, çünkü o belirli yaş geldiğinde biraz merakla, biraz kuşkuyla artık gözünün içine bakmaya başlarlardı. Doğurmalıydın çünkü biyolojik saatin ilerliyordu ve doğum yapmazsan anne olma duygusundan yoksun kalırdın. Senin bile derdin olmayan bu “dert”, elalemi de gerdiği için doğurman için de gözünün içine bakarlardı. Çocuk isteyip istememen önemli değildi, biyolojik saatten bahsediyoruz sonuçta burada…

Yaşamanın sınırlarını toplumsal, ailesel, zihinsel sınırlarımızla evirdik çevirdik durduk yıllarca. Kabul görmek, sevilmek, dışlanmamak, yalnız ölmemek düşüncesi her hücremizde hissedildi. Fiziksel görünüşümüzün sınırlarını bile insanların düşünceleri çizdi. İnce bir bedene sahip olmamız gerekiyordu örneğin, çünkü şişman olursak kabul görmezdik, sevilmezdik, dışlanabilirdik. Büyüklerinin istedikleri gibi davranmazsan sana kızabilirlerdi, küsebilirlerdi, hatta çizgiyi aşarsan sevdiklerin tarafından Allah korusun terk bile edilebilirdin. Bütün bunlar olmasın diye yalan da söyleyebilirdik çünkü pembe yalanlardı sonuçta bunlar, zararı olmazdı. Ne olacaktı ki kimseyi üzmemeye çalışıyorduk sonuçta. Bir şeymiş gibi davranmaya çalışırken gerçekte ne olduğumuzu çok önceden unuttuk gitti. İçeriden gelen minik bir cızırtı kaldı sadece kim olduğumuza dair. Bir kısmımız o cızırtıyı duydu, sesin kaynağını takip etti. Bir kısmımız “Alt tarafı bir cızırtı, gerçek hayat bu değil.” diyerek yoluna devam etti.

Birçoğumuza tanıdık gelen senaryolardan bahsediyorum şu an. Bilinçaltımıza ekilen tohumlar içeride kendi kendilerine kocaman ormanlar olurken biz dışarıda, hayatımızda her şey yolundaymış gibi davrandık ama içeriden fırtınalar kopardık. İçerinin ve dışarının senkronu değişti. Sağlığımız bozuldu nedenini anlamadık, hayattan aldığımız zevk artık zevk olmaktan çıktı mesaiye dönüştü nedenini anlamadık, bir şeylerin ters gittiğini hep hissettik ama nedenini anlamadık... Sonra da kabul ettik, “Hayat böyle işte, hayat zor, hayat hep bir savaş alanı…

Mirdad’ın kitabında çok güzel bir bölüm vardı. Barış istediğini iddia eden ama bunun için Mirdad’la sürekli savaş halinde olan kral bir süre sonra görüşmek için Mirdad’ın yanına geliyor. Mirdad krala diyor ki; “Savaşmak istemediğinizi söylememiş miydiniz?” ve kral cevap veriyor; “Evet istemiyorum. Barıştır istediğim.” Mirdad da yanıt veriyor; “O zaman savaşmayınız...”

Barış isterken bile savaş halindeydik kendimizle çünkü böyle öğrenmiştik. Hayat zordu, ekmek de aslanın ağzındaydı vs vs…

Sonra da başladık savaşmaya. İçeride olanın dışarıda aynen tezahür ettiğini bilemeden hem içimizle hem dışımızla savaşır bulduk kendimizi. Meslek sahibi olmak, aile kurmak, en başarılı olmak, en akıllı olmak, birilerini geçmek, sonra da “diğerlerine” göz devirerek bakmak (çünkü sen çok yol aldın ama diğerleri senin kadar akıllı olamadılar ve geride kaldılar. Tabii ki küçümsenmek durumundalardı haliyle), birilerinin gözdesi olmak, hocanın en sevdiği, ailenin en bilmem neyi olmak çok önemli oldu. Karakter üstüne karakter, kılıf üstüne kılıf diktik kendimize. Zihnimizle de savaşır bulduk kendimizi, çünkü bizim bir parçamız değildi o, zehirliydi ve oradan gitmesi lazımdı. Çünkü o kadar düşünceyi biz doldurmadık içine babamız doldurdu… Meditasyona oturmak savaş oldu, pratik yapmak savaş oldu… Sonra da aynı kralın dediği gibi dedik ki; “Barıştır istediğim…”. Oldu mu? Olmadı. Kendinle barışabildin mi karşındakine sinirini kusarken. O da olmadı… Büyük büyük laflar söyledikten sonra ayağına basıldığında ciyakladın mı ciyakladın, en sinirli anında ağzından ilk dökülen cümleler karşındakini ikiye böldü mü, böldü… Sonra suçluluklar, sonra pişmanlıklar, özürler… Aldı başını gitti kısır döngü… Özümüze karşı savaşırsak o savaşı kazanmanın bir yolu yok çünkü. Gereği de yok. Bütünleşeyim derken elinde bıçakla insanlara saldırmanın anlamı da yok. Formaliteden yapar olduk her şeyi. Kendimizi kalıplara sıkıştırmaya çalıştığımız gibi, yürüdüğümüz yolu da bir çerçeveye sıkıştırmaya çalıştık. Hayatı anlayacaktık, kendimizi anlayacaktık. Ezbere cümleler kurmanın ötesine gidemedik. İçimizdeki bilgeyi unuttuk. Kendi yolumuza sahip çıkmayı unuttuk. Belki de bu yüzdendi başkalarına olan sinirimiz.

Anlamıyor insan işte bir an gelene kadar. İçinde kilitli kalmış bir kapının kilidi kırılana kadar neyin arkasına saklandığını, “kendim” diye ortaya koyduğu şeyin ne olduğunu algılayamıyor. Annen sana bir şey diyor, kendini o zannediyorsun. Sevdiklerin bir şey söylüyor, kendini o zannediyorsun. Aynaya bakıyorsun, belki de gördüğün sadece dışarıdan sana söylenenlerle oluşturulmuş bir görüntü. Yapmak zorunda olduklarınla sınırlanmış bir çerçeve sadece. Gözün gördüğünün ötesini göremiyorsun çünkü bakışın bile yorumlu. Dikkatle bakmak gerekiyor kendine. Zihnin ötesinden, herkesin, her şeyin ötesinden uzun uzun bakmak gerekiyor. Hep ilk defa görür gibi. Tekrar tekrar buluşmak gibi. Bir bedenin taşıyıcısıyız hepimiz ve o süre de göz açıp kapayana kadar geçip gidiyor. Ama işte bazen o bedene bile sığamıyor insan, kısacık zamanı kendine dar ediyor. Kendi bedenini bile taşıyamıyor ki dünyayı taşısın. Devamlı bir şeyleri değiştirmekle uğraşıyor. Kalçan büyük değiştir, göğüslerin küçük değiştir, saçlarının rengi olmamış, değiştir… Sığamıyoruz kendi bedenimize. Güzellik algımız o kadar yorumlu ki orası güzel, burası çirkin diye bölmeden bakamıyoruz kendimize. Ne demekti ki güzel gerçekten? İçini bölen dışını nasıl bölmesin ki? Her şey bölünüyor. Senin istediğin gibi davranmıyor mu insanlar, değiştir. Üzüldün mü, hoşuna mı gitmedi? Böl, yargıla, değiştir…

Bu kadar sözün üzerine soruyorum. Neyle bütünleşeceğiz o zaman? Nasıl kendimiz olacağız bu kadar yaranma çabası içindeyken? Güzel şeylere şükrederek, kötü şeylere kahrederek nasıl birleyeceğiz yaşamı? Başka bir yorum yapmanın vakti gelmedi mi artık. Başka seçimler yapmanın. Üzerine çevrilmiş gözlere rağmen içinden gelen sesi takip etmenin ve evet gerekirse dışlanmanın, sevilmemenin ama en nihayetinde kendine dönmenin. “Bazen en yakınınızdakini bulmak için uzun yollar kat etmeniz gerekir.” demiş Paulo Coelho. O yolun ilk adımını atmanın vakti gelmedi mi artık?